Monday, October 15, 2007




hmmm, an itibariyle yurtta şapşal şapşal oturmamın haricinde pek bişi yazamıcam gerçi ama bişiler yazmak istedi canım; uzun suredir de yazmamışım.....aslında bi

yerden sonra insanın bişi yazası olsa da yazamıyo, sadece istemiorum bazen...


tam bi koopmania olsum sanırsam bu aralr ki bu ii mi diil mi bilmiorum; iidir herhalde....



hello my love, it's gettin' cold on this islan, i'm sat alone, i'm so sad on my own falan diye giden bi şarkı; herkes dinlesin mukemmel, super, olağanustu, kafamda hep aynı melodi


now i'm looking for you or anyone like you.....


keşke birileri obur albumlerini de çekse , diğer şarkıları da dinlesem.... sonra gıy gıy bi film de açardık, keşke kedimiz de olsaydı, salak salak ona bakardık......ona da gerek yok aslında şimdi, bi şekilde bazen canımı sanırsam ben acıtıyorum zaten de o çok bariz zaten de artık biri kafamdaki tilkilere bi dur dese keşke..... bazen dayanılmaz hale gelince, offffffff, yine hoopppp zat-i ali kopar ki bu hiç hoş değil...,




yuzlerce defa tekrarlasam da içimden sakin ooll, bu sefer aynı şeyler olmayacak desem de bazen kendimi fırtına oncesi sessizlikte gibi hissediyorum; sonra hooppp, herşey yine aylar oncesi gibi olucak; o yuzden kendim hiç camel almıyorum belki ya, belki de o yuzden kırmızı kazağımı giymek hiç istemiyorum; ama bu çok yanlış; bi gun bi yerde kopucam ki az kaldı sanki......


kedileri severim; peluş olanlar hariç, hele ondan hiç hoşlanmıyorum...

Tuesday, August 14, 2007

biri benim ruhumu içimden çekip alsın da ben de kurtulayım; tuy gibi havada suzuleyim de hiç bişi duymak, hiç bişi cevaplamak zorunda kalmayayım.....

Thursday, August 9, 2007

artık gelenekselleşmiş tren yolculuğundayım yine; kulaklarımda pink martini, aklımsa istanbul'da aslında, belki biraz da tum yaz tatilinde ne yapıcam duşuncesinde, bu beni olduruyor çunku her ne kadar yaşamakta olduğum şehri sevsem de, tum bir yaz tatili kendimi insanlardan nasıl kurtarıp belki de biraz fildişi kulemde rahat rahat yaşayabileceğim onu duşunuyorum....kendi kabuğunda yaşayan salyangoz gibi bişiyim bi anlamda aslında; "bana" davet edebileceğim insanlar son derece kısıtlı ki eskişehirde yaşanması olası olaylar silsilesini tahmin etmeye çalışınca biraaz boğulacak gibi oluyourm....tamam, bencil bi insanım belki ama yapabileceğim başka bişi de olmasa gerek aslında, yaralanmaya o kadar açığım ki; daha doğrusu yaralanma hissini kafamda kurgulamaya, ekstra bi etkene gerek yok hiç, kısaca gitsinler de ben de dvdlerim ve kitaplarımla kendime kurduğum dunyada yaşayayım kimse beni rahatsız etmeden....ahh Isabelle, bilmediğim fransızcamla seni anlamaya çalışıyorum sanki..... aklımda o kadar çok şey var ki aslında, neler yapacağımın ya da yapmak sitediklerimin, boş boş oturmak istemiyorum...belki de doyumsuz bi insanım, ya da kendimi o kadar çok yuceleştirdim ki gozumde, içimde, artık ne yapsam yapayım hiçi bi zaman tam olmayacak... her şey hastalık derecesinde mukkemmel olmalı....
kendime mektup tadında bişi oldu sanki bu da ama içimden gelen bole bişise yapabileceğim hiç bişi olmasa gerek....
que tengo miedo perderte despues.....
istanbulda yaşadıklarımız duşunulecek olursa, bi kere doğum gunumu geçirmiş bulunmaktayım canına yandığımın şehrinde... boklunun ustune iliştirilmiş bi mum eşliğinde,sadece bi kaç aydır tanıdığım ve aslında beni sevmek için hiç bi nedenleri olmayan insanlar arasında çok guzel bi akşam geçirdim.... gerçekten beklemediğim birşeydi çunku hiç birinin hiç bi sorumluluğu yoktu beni eğlendirmek için.... hepsine çok teşekkürler; belki de asıl guzel olan da buydu, bilmem....

Monday, July 23, 2007

glory box...

uyandığım 5 gunun sabahının 3 unde kafamda yer alan şarkı.....i'm so tired of playing with this arrow and bow....


sonra bi de serseri aşıklar var, nefes nefese ya da À bout de souffle, godard'a saygı duruşu niteliğinde.... new york herald tribune eşliğinde gorunen eiffel kulesi, sevsem mi vaz mı geçsem bilemediğim bi adama bağlanışım....sonunda da terkedip gidiyorum zaten, kazığımı da atıp ustelik ama sonunda da bi bakışımı atıyorum değil mi jean seberg'im? ama kendime not; week end' i kopek gibi beğenmeme rağmen truffaut 'u tek geçerim; saygılar....
bu arada belmondo hayranlarından ozur dileyerek belirmeliyim ki seberg'in yanına hiç yakışmamış..... bu arada belitmeden de geçemeyeceğim ki kendisi gerçek hayatta sıkı bi insan hakları savunucusuymuş ozellikle amerika'da yaşayan afro-amerikanların hakları konusunda çok hassasmış; bir gun de terkedilmiş bir arabanın içinde 1 haftalık cesedini bulmuşlar.....kendisini sevmeyenler ya da bilmeyenler için çok acı bir bilgi değil kendisi bu belki ama yeni dalga sevenler bir uzuntu dalgası yaşamışlardır herhalde, yaşamasanız da çok da sorunda olmaz heralde, bilmiyorum; bugun solundan kalkan bi insan olarak herşey kabulum; akp nin %49 oy alması bile, herşeye aynı uzaklıktayım; bi nevi çemberin dışında olmayı seçmek gibi bişi....
nerelerden nerelere atlamaktayım ama dun farkettim ki uzun zamandır ne çok sevinebiliyorum, ne de çok uzulebiliyorum; ki uzulmek için milyonlarca nedenim var, bir daha asla goremeyeceğim amcama ya da yengeme ağlayabilirim belki, ya da guzel bi muzikle dans edebilirim ama beynim, ruhum makina yağı yutmuş gibi; sanki bi fanusun içindeyim de ben, çevremde olan herşeyin sadece izinin izi ulaşabiliyo bana, o da bi tarkovsky suresinde, su damlalarının buharlaşması ne kadar surer ki?belki de bi bakış suresince hayattayım; ama o da geçer merak etme...

uzun zamandır bişiler yazmıyordum oysa neler olmadı ki şu canına yandığımın hayatında? once şuradan başlayayım; arkadaşlar, "fallar" diye google'da arama yaptığınızda benim blogumdan size ekmek çıkmaz, şimdiden soyleyeyim; bir kere bi fal baktırdım ki o da beni çok etkilemişti, o yuzden yazmak gereği duydum kendisini, buradan belirtme gereği duydum.....

neyse işte bu aralar da italo calvino 'ya takmış bi insan oldum, deli gibi kendisini okumaktayım; ilk okuduğum kitabının arkasında ki kendisi bir kış gecesi eğer bir yolcu adlı opulesi tapılası romanı olmakta kendisinin, yeni umberto eco yazmışlar kendisi hakkında...bu arada anti-parantez gulun adını okuma girişiminde bulunmuş lakin beceremeyip sean connery nin oynadığı filmini izlemiş bir insanım, bu bağlamda kendimden utanmaktayım...Bir kış gecesi eğer bir yolcu çok farklı bi roman bi kere; alışık olduğumuz bilinen roman duzeninin aksine tekil karmaşasına sokuyor kendini okuyucunun.... burası neden yeşil oldu diye soracak olursanız şimdi uğraşamadım duzeltmeye, o yuzden boyle renkli renkli okuyun.... demek istediğim şoyle birşey, direk okuyucuya ithafen bi konuşma duzeni içinde duzenlenmiş bir roman kendisi, az tarafından spoiler olacak ama her yeni bolumde acaba bu seer hangi kitabı okuyoruz, bu adam da nerden çıktı diye içlenmeler olacak bi kere....sonradan anlaşılacak işin gerçeği; meğer okurun okuduğu kitabı okuyormuşuz biz de bir yandan, bir kış gecesi eğer bir yolcunun içinde....,

çok şey yapasım var her ne kadar hiç enerjim olmasa da , herşeyi okuyasım var ama sonradan unutacağımdan ya da anlamayacğımdan korkuyorum; yaz sarhoşluğu biraz belki, bi tutam da can sıkıntısı işte; "gorkemli hayatım...."

Friday, June 29, 2007

yeni odamız, ruzgarın "abi buradan iyi esiliyomuş, bak bu yolu deneyelim bir de" olarak tabir edebileceği bir yerde ki bu oldukça iyi bişi... odada yalnız kalan insanı canlandırmaktayım bu zaman diliminde efenm; kızlar pulp'a giden adamlar oldu, ben de media playerini açan insan modeliyim bu gece...okulda her yer mezun dolu ki dışarıdan gelen muzik sesleri bumed de duzenlenen mezun bıdısı kaynaklı... herkes anne babalarını almış gelmiş deli gibi geziniyo ortalıkta; ellerinde diplomalar yaşamlarının bi donemini kapatma uğraşı içindeler..

bugun yazasım yok,kılçığı çıkık bir insann bu kadar da yazdığına şukretmek lazım; e ne de olsa zihnimde canlandırdığım goruntulerin gerçeğini gorebiliyorum; kılçık çıkmasın da ne yapsın yazık yavrucum...

Friday, June 22, 2007

istanbuldaki ilk gunler.....


istanbuldayım.... yurda yerleşen bir insanı oynamaktayım aynı zamanda, 4 kişinin bir ay kadar hayatını paylaşacağı şu kuçucuk odada takılıyorum, post yazıyorum....


dun çok guzel bir gundu çunku istanbul moderne giden insanlar olduk fiti fiti...perşembe gunleri ucretsiz diye deli gibi gezdik, gitmediğimiz yer kalmadı gibi bişi oldu...ahmet polat için gitmiştim onceleri ama daha sonra mehmet guleryuz'u keşfettim(k). kendisini buradan saygıyla selamlamak istemekteyim,en çok etkileyen onnun eserleri oldu beni butun bi sergidekiler arasından....sonra da koprualtına gidip içilen biralar da baya iyilerdi hani, sevilen kuçuk kediler..... kısacası guzel bi gundu kendisi; keşke akşam seyredilek ietenen filmde de uyuyakalınmasaydı, o zaman daha da bir guzel olucaktı ama buna da şukur tabi....


dekaloglara devam bu arada, uzuuuuun bi aradan sonra tekrar ozlenen kameradan bakmak iyi birşey oldu, kieslowskiye de buradan selam çakalım....:)


bakalım yaz okulu nasıl geçecek; sıcak olacağı oldukça kesin gerçi ama kısmet artık ne yapalım...4 kızla yapılan dedikodunun da haddi hesabı olmayacak sanki; aman bu okul da bi guzel yahu, nefret ettiresi ozellikleri de yok değil tabi ama sanırsam değiyor bi yerden sonra........

i still feel like a child



bu sıcak yaz gununde yine trene bindim istanbul için...eskişehirde filmlerle dolan kısa aile saadetinin ardından yine binilen trende ve yine açılan laptopta bunları yazmaktayım şimdi....
ben de sinemadan yeni çıkan adam oldum, ne de guzel oldu, soyledim zaten annemlere de mithat abiden ders almayı ne kadar çok istediğimi, filmlerin benim için ne kadar onemli olduğunu...sanırsam içlerinde biraz kuşku var benim sinemacı olup olmayacağıma dair (aman tanrım, ya mesleğini yapmaz da aç kalırsa!!!!!) ama bırak olsun; hiç olmazasa başka ihtimaller olduğunu da farkederler...
hazır adananın bağrından kopup gelmiş olan oda arkadaşım yakınlarda değilken onun nefret etmesini sağladığım let me kiss you dinleme hazırlığı içindeyim ki ne de guzel soylemiş morrissey amca, gerçi kabul ediyorum ben soylerken bu şarkıyı atlantic records tan gelip ağzımı burnumu kıracaklar ama olsun:)
yaz okulu zamanı dahilinde seyredilecek deli gibi film goturuyorum; hepsi farkı birer bakış açısı hayata dair; hepsi başkalarının hayatından çalınmış ( gerçekte var olmasalar dahi) bir kaç nefes gibi işte...umarım yaz okulu iyi geçer; gerçi sıcaktan norveç sınırına kamp kurmayı arzulayan bunyemiz cehennem sıcaklarına ne kadar dayanır, psikolojisini ne derece duzgun tutabilir, insanlardan kaçmayı ne denli başarabilir, gorduğunde kendine nasıl travmalar yaşatabilme olsaılığı vardır; bunlar tartışılır ama en azından rahatça içilecek bir sigaranın ya da arkadaşlarınla geçirilecek bi akşamın, beraber içilen bi kadeh şarap için bile sıcağa katlanılır herhalde...

Tuesday, June 12, 2007

bi kaç gundur ki artık gunleri takip etmiyorum çunku hepsi birbirine karıştı finalleri biten insan modeli olarak deli gibi film izlemekteyim... gemide ile başlayan yolculuğum ki erkan can abiye buradan saygılar, masumiyet, boş ev, kader ve biraz da dark horse ile devam etti.... içimde deli gibi bi ağlama isteği var ki sanırsam hepsi filmlerden; sinir stres sahibi olmuş bi insanım artık ben, aklıma hep beynimin içindeki fillerin sikişmesi, haluk bilginerin o uzun tiradı, belki de biraz boş evdeki konuşulmayanların acısı ve uğur, neden geldiğimi biliyosun, sensiz olmuyor lar geliyor... bi de o son sahne; filmedeki tek renkli sahne....çok fena oldum, dun gece de deli gibi ağladım ki tam kesin bi nedeni olmasa da filmler ve belki biraz da yaşananlar...

istanbuldan gidiyorum yarın, sanırsam gidince de deli gibi film izlicem.... çok fena yaa, hepsi o kadar gerçek ki, yok aklımda deli gibi şey var, haala boğazımda bi yumru ama anlatılacak bişi yok sanki....kelimelere dokmek ne kadar zor olabilir ki birşeyi, ustelik onu sadece film karesi olarak gorduysen?

gunluk tavsiyem şudur ki sakın ha benim gibi bu filmleri ust uste seyredip ustune bi de zahir çakmayın, ağladım ağlıcam;çok fena oldum ben....ama herkesin eline sağlık, bu kadar guzel filmi bunye birden kaldıramıyo ne yazık ki; o ayrı....

Wednesday, June 6, 2007

ateşten sozcuklerle konuşurdum eskiden, buz tutmuş ir yanardağım şimdi..
şehirleri tanınmayan bir turnede oyuncuyum
aslında oludur butun izleyicilerim
çevresine duyarsız kalamayan bir deliyim....


bugun nostalji yapmaya karar verdim; nereden çıktı diye duşunecek olan olursa hani belki bi yerden, eşyalarımı topluyorum, malum yurt hayatı çok fena eşya toplamayı gerektirmekte sene başında... oyle neler var neler yok diye bakarken bi kaç tane şiir falan buldum; onlar yazayım dedim ki en guzeli behçet necatigil'in eseri..

sevgileri yarınlara bıraktınız
çekingen, tutuk, saygılı...
butun yakınlarınız sizi yanlış tanıdı...

bitmeyen işler yuzunden
(siz boyle olsun istemezdiniz)
bir bakış bile yeterken anşatmaya herşeyi
kalbinizi dolduran duygular.....kalbinizde kaldı...

siz genşi zamanlar umuyordunuz
çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi soylemek
yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği aklınıza gelmezdi
gizli bahçenizde açan çiçekler vardı
gecelerde ve yalnız
vermeye az buldunuz
yahut vakit olmadı....


pek çok da şey yazmışım aslında ama o kadar çok ve o kadar karanlıklar ki, onları buraya aşımaya gerek yok kanımca; ama bi de mona rosa var ki, yazıyı da onunla kapayatım bali...


Ah, senin yuzunden kana batacak Mona Rosa, siyah güller ak güller.......

p.s.: yazdıklarımdan bilmediğim bi yanlışlık, ya da ne bileyim şairlere ayıp olacak birşey yaptıysam şimdiden ozur dilerim, saygılar.....

Friday, June 1, 2007

derilerinizi yuzceğim!!!!!


okulumuzun kutuphanesini seviyorum,tozlu kitaplar arasında dolaşırken içime o tozun, belki de biraz kufun kokufunu içime çekmeyi...sahafları da severim o yuzden, tamam çıkışta elin tozdan simsiyah olur ama guzeldir.....


neyse konum o değil zaten, boris vian ın derilerinizi yuzeceğim adlı romanı...karıncalardan sonra yine arızalı bi roman bekliyodum zaten ama bu cidden çok ilginç bi roman olmuş kanımca; beyaz bir insanın kendini aslında siyah sanarak kardeşi olarak duşunduğu bi siyahı oldurmesi...sonra da ardından işlediği cinayetler...bi insann kimlik arayışı belki de bir derece, hastalıklı zevklerimizin sonucunda doğan bi savunma mekanizması..tamam kahramanımız zaten bodyguard dır, hoyratça ve duygusuzca adam dovmektedir ama kendinden bi manada geçip "yeni" oğrendiği kimliği nedeniyle, yani beyaz gorunuşlu bir siyah olmanın verdiği kafa karışıklığıyla herhalde onune geleni oldurmekten çekinmiyor amcamız... yine başka bir romandan uyarlanan ve anthony hopkinsin oynadığı insan lekesiydi galiba filmin adı, onda da beyaz gorunuşlu bir siyahın hikayesi işleniyodu ki pek de sevmemiştim o filmi, aklıma geldi...


bi de şimdi yazarken bu ayrımların nedenini duşundum, turkiyedeki turk kurt ayrımı, amerikada işte beyazdır siyahtır falan, ne kadar saçma şeyler bunlar.... guzellik kraliçeleri gibi gulumseyerek dunya barıı falan da demiyorum ama kimse ten renginden dolayı kimseden alt ya da ust bi konumda değil ki! hangi ailede doğmayı seçemediğimize gore, boylesi bi ayrım da çok saçma ve gereksiz olur, hatta insanlık dışı; belki de insanın egosunu tatmin etmesi için uydurduğu birşey; hepimiz biliriz, çevrende senden daha alt kesimde yaşayan insanlar olacak ki sen de ne kadar değerli (!) ve ozellikli (!) olduğunu hissedebilesin....kendimiz kaybetmişiz, aynaya baktığımızda orebildiğimiz tek şey maskelerimiz olmuş da haberimiz yok...

Thursday, May 31, 2007

Jules et Jim

sabah sabah yine balkon emeklisi olmuş bir insan olarak dedim ki truffaut a saygı duruşu niteliğinde jules et jim izleyeyim....sonra internette dolanırken bu video gozume çarptı bi de....çılgınca jules et jim e gondermelerde bulunan klibimizi de ( ki gondermeleri anlayınca bi sorun kalmıyo di mi ;)) ) paylaşayım dedim, zaten dinleyeme başlayınca aa evet ben bu şarkıyı biliyorum, çok tatlı bir şarkıdır kendisi diye takılan bunyemiz, truffaut gondermelerini de gorunce dayanamadı, bloguna koymaya karar verdi... bence çok tatlı olmuş, louvre (boyle yazıldığını ümit ediyorum, yanlışsa hani şu kocamaaan muzeden bahsediyorum) 'da koşamadık belki ama belki istanbul modern'in bahçesinde koşarız boyle, ya da yine taksim metrosu bizi bekler :) bi de direk aklıma the dreamers geldi ki oy oy oyyy, bertolucci yi buradan saygıyla selamlarım (ona da saygı duruşu niteliğinde little budha mı izlesem acaba, bilemedim;finallere de benim yerime aylin hanım girer artık:P

diyeceğim odur ki bugun guzel olarak başladı, umarım geriye kalan dakikalarımız da guzel olur....

p.s.: hani bir de şoyle birşey var ortada: aslında bi hatuna aşık iki kafadarın hikayesi anlatılırken , hiç mi hiç insanın gozune sokulmadan anlatılan bu ilişkiyi normalde bizim yerli dizilerimizdeki anlatılma tarzının boğuculuğunu hiç hissetmiyorsun filmde, aa evet catherine bu yaa, herşeyi yapar diye bi sempati bile besliyorsun içinde...

kendime bi tane fotr şapka mı alsam acaba, çok guzeldi şapkalar yaaa:))

Wednesday, May 30, 2007

yaz geldi sanki,hava deli gibi sıcak...biz de balkonumuzda oturmuş emekiler gibi gelen geçeni izliyoruz;karşıdaki aylin hanımlar da perdeleri değiştirmiş konseptinde takılıyoruz....balkonumuzdan çeken wireless sayesinde de internet alemine buradan da ulaşabiliyoruz,biri bizi durdursun.. bu sıcakta bir de finaller var ki bu konuda hiç mi hiç konuşmak istemiyorum;gerçi benim final donemim biraz daha rahat geçmekte,benim gibi olmayıp da 7/ 24 ders çalışanlar mevcut...ben de kitaplarımı almışım,birazdan ayaklarımı uzatıp belki de gelmeyecek serinliği beklerken kitap okuyacağım muzikle beraber....
ama hiç olmazsa biz yakmaktan bi çekinmeyen bir guneşe sahibiz,ki bu da iyi birşey;tamam yağmurlu bir gunde kitap okuyup çay içmek de guzel,dışarıda yağmur deli gibi yağarken mutlu da oluyor insan ama guneşle beraber uyanmak da çok tatlı birşey bence..
bi de farkettim ki hava guzel oldu olalı ben çok az şey yazıyorum;sanatçı falan da değilim aslında ama herhalde kanımda bi yerlerde aynı romanlığın da dolaştığı gibi gizli bi sanatçılık var....
entellekuel bir kimliğe sahip olduğumu kabul etmesem de ki çunku bi insanın asıl okuma duzeyinin, ya da film izleme duzeyinin bizim kadar olması gerektiği duşuncesini sahiplenmiş durumdayım, "entel" kelimesi kullanımının kufur ya da kotu bir yone yorulamayacaığı düşüncesindeyim ki şu canına yandığımın hayatında bu şekilde kullanan insanlarla aynı universitede okumaktayım,acıdır ki...bolumumu sevmediğim kanısındayım;insanların biraz olsun da cv sini duşunmediği,gerçekten yapmak istediği için birşeyle yaptığı bi bolume sahip olmayı çok arzuluyorum;tabii ki o insanların da bazıları gerçekten istedikleri için yapıyor olabilirler ama çoğunluğunun kendini zorunlu kabul ettikleri için belirli şeyleri yaptığı kanısındayım...bilmiyorum çok mu onyargılı bakıyorum ama bu denli bi çaba bana gore değil hiç.....yoksa ben mi yanlış duşunuyorum ama bu bana uygun değil onu biliyorum...
umarım mithat abi beni derslerine kabul eder; çunku benim de içimde ya yapamazsam korkusu var, ve eğer bu korku haklı bir korkuysa, işte o zaman ne yaparım onu ben de bilmiyorum hiç....işte o zaman asıl korku başlayacak;asıl şimdi ne yapacağım korkusu,tedirginliği....işte o zaman bağlı olduklarımın aslında bi yanılsama olduğunu anlayacağım ki yukarıdakinden çok duşuncelerime bağlı olan ben, herşeyi baştan yıkıp tekrar kurmak zorunda kalıcam...ama korku yersiz, denemezsem bilemem;bu kadar gozupeklik de ne derece doğrudur, onu da bilmiyorum ama deneyeceğim ben de yeldeğirmenleriyle savaşmayı, kendi yeldeğirmenlerimin altında ezilicem belki de ama naapalım artık, sadece durmak bana gore değil sanırsam....

Saturday, May 19, 2007


bugun aslında ders çalışmam gerekmekte lakin ben bugunu compay segundo guunu ilan ettim...insanın içini ısıtan amcaya da bi sozum var:tatlım compay, eğer bi gun bi yerde buluşursak soz sana puro,çiçek,rom ve kadın getiricem;daha içemedim ama soz sen yakarsın puroyu,ben de otlanırım arada...sen solerken şarkılarını,ben ana rahmine donerim,ya da dunyadan soyutlanma koltuğuna oturur seni dinlerim...keşke dans da edebilseydim,ama bak sen de bana soz ver;morir de amor da ağlıcaz;hem belki aznavour amcayı da buluruz,beraber solerisiniz,hoş olmaz mı??

Friday, May 18, 2007



sıcakla soğuğun beraber takıldığı şu gunlerde,finallerin sıkıntısını çekmeye,en azından stresini yavaş yavaş hissetmeye başlamaktayım....hepsi birbirinden eğlenceli(!) derslerimiz ve ben takılıyorum işte ne olacağını bilmeden...ha bir de finaller başlayacak ya,başkaldıran bunye direk deli gibi kitap ve film aldı izlesin,okusun diye...sanırsam bi gunah çıkarma durumu kendisi,derslerden dolayı otlaşacak bunyeyi yaşama bağlamak amacıyla oluşturulan bir savunma mekanizması...ne komik bir şey yahu bu da,mesleği öğrencilik olan birinin tutup da boyle takılması...öhöm öhöm,işte ben boyle de entellektuel ya da ne bileyim anarşist ruhlu bir insanım demiyorum,neden diyeyim ayrıca da ama insan istiyor yahu,derslerin arasında iki sattlik başka bi dunyaya gitmek ya da bir kaç sayfayla tekrar varolduğunu hissetmek..yoksa yemişim entelleri de ,düzene başkaldıranları da, bu şekilde soylemek ne kadar anlamlıdır o da tartışlır gerçi ama bugun boyle..almışım zaten çayımı,sigaramı yanıma,tatlım pınar da içinden gelmiş bana çılgın bi 70 ler cd si yapmış getirmiş,sıcaktan ve yağmurdan kendini yine yurda atan ben mutluyum galiba...tabii ki yine bok gibi olan pek çok şey var ama bugun hiç bi şeyi sallamıyorum sanki,sınavlar olacakmış,buyursun gelsin;iki tane felsefe paperi yazılacakmış,yazarız;haftaya presentation olacakmış,onu da yaparız gibisinden bi kalenderliğe vurdum kendimi sanki..


p.s.:pınarcım umutla tanışmaya can atıyoruz,daha çekemedik ama videolarımızı da şeederiz,yavrıııım,ama onlar da binlerce kişiye ekmek kapısı sağlıyo diye marx la engelsin arasına giricem ben fıtı fıtı teyze olarak:D


p.s.2: ya aslında çılgın bi umut karikaturu bulucaktım ama bu da idare eder..
yalnız bu ikincisi super,durup durup guluyorum:))))

Wednesday, May 16, 2007

i drink again,i smoke again desem de jay jay'ime ithafen,haftalık şarkım dance with me to the end of love....ellerim su toplayıncaya kadar alkışlamak istiyorum;aferin, bir şey ki oyle alelade her zaman olmayan benim için, anca bu kadar guzel kirletilebilrdi,anca bu kadar sonuna kadar parçalanabilir ve ben de elimde kırıklarla ortada bırakılabilrdim;aferin...

p.s.: dance me to the end of love da aslında çok ortama ve duruma uymasa da,sadece sevilesi bir şarkı olduğu için onu seçtim bugun,dinleyin dinletin de dikkat edin sigara kulleri karanlıkta uzerinize düşmesin dinlerken...

Sunday, May 13, 2007


dun geceki eğlenceli taş oda konserlerinden sonra ki bugun de buyuk bir hızla devam edecekler kendileri, sabah ( ya da oğlen mi demeliydim) uyanmaya çalışırken yanlış bir film seçtim sanırsam...aslında yanlış zamanlama daha doğru olacak galiba çunku akşamdan kalma midem boyle sahneleri pek kaldırmadı sanki...filmimiz three extremes-üç sıradışı- adlı gerçekten birbirinden farklı ve uç noktalara konuçlanmış üç hikayeden oluşmakta...ilk ikisini tren yolculuğunda *ki o da yanlış bir yer konumlamasıydı izleyen bunye sahibi innsan,bu içlemenin son filmini de izlemiş olmaktan son derece memnun....


"yanlışlıkla" ikizini olduren bir hatunla başlayana maceramız,daha ilk filmin etkisini uzerinden atamamışken ikinci filmin bombasıyla baya bi sarsılmıştı yolculuk esmnasında;malum otobuslerde bile yer verilen anne adaylarımızdan biri gençleşmek için kendi bebeğini yerken,içinde kıyma muhteviyatı olarak cenin içeren bir mantıdan zehirlenip garip kokular saçarken,aklıma birden nip/tuck geldi nedense;insanların gençleşmek uğruna çektiği çileler...sonra bir de the fountain vardı ki ölumsuzluk ağacından parçalar koparıp yiyen Hugh Jackman vardı ki içinden bitkiler çıkan,ona bi yolculuk yaptım sonra;insan neden bu kadar gençleşmek ister ki,canını deli gibi acıtan yontemlere başvurur?


filmin son parçası da bitirdi zaten bizi;iyi bir insanın iyi olduğunu nasıl kanıtlayabilirsiniz?birini oldurmek mi,yoksa sevdiği bir insan hakkındaki kotu düşüncelerimi ya da ondan sakladığı şeyler ortaya çıkınca mı iyi bir insan kotu birine donuşuverir? bir insanı kurtarmak için birini oldurmen gerekse ne yaparsın;ama sevdiğin insan ona itiraf ettiklerinin acısıyla yaşayabilir mi acaba??


Friday, May 11, 2007


baştan soliim bu sitenin turkçe olması hiç iyi olmadı...


neyse... yine sozu filme getiren bir insan olarak,dun izlediğim iklimlerden biraz laf çalmak istiyorum...oncelikle;insan neden bu kadar gururuna duşkun bir varlıktır ki ya da başkasını elinde tutmaya bu kadar isteklidir,hala çozebilmiş değilim...şu an pek de bişiler yazasım yok aslında ama duşundukçe midem bulanıo..bazen insan olmaktan utanıyorum,başımı kaldırmaya cesaretim olmuyor,bazen de başkalarının başını kaldırmalarına dayanamıyorum...


insanları anlamaya çalışmaktan bıktım ben sanırsam bir haylice,o yuzden ben artık yokum;soleyeyim baştan,aradığınız kişiye şu an ulaşılamaması durumunda lutfen imdat çekici için camı kırınız...

Sunday, May 6, 2007

eskişehir'e ithafen..

her tatilde uğradığım mekanım olan eskişehirde yine bir hafta daha geçirmiş bulunmaktayım...burası cidden guzel bir şehir;bilmiyorum belki de ben alıştım kendisine artık;her alışkanlığın sonucu gibi onun da kotu taraflarını goremiyorum belki de...alışkanlık kesinlikle fena birşey;insan ne kadar çabalarsa çabalasın değişmek için,hiç bir zaman istediği gibi değişmeyi beceremiyor ne yazık ki...belki de onlar bizi meydana getiren şeyler;bir anlamda aslında sahip olduklarımız sonunda bize sahip oluyor.neyse ben eskişehir konusuna geri doneyim....an itibariyle kendisini post yapmayı düşündüğüm bu beyin üretilerini( boyle de bir kelime var mı acaba)yeni bir vagondan yazıyorum,internet bağlantısı da var aslında kasarsan ama cidden kasmak gerek sanırsam,o da olacak bi gun umarım...lakin vagona priz koyan zihniyeti ayakta alkışlıyor ve şu an dizlerimde duran laptopumu kullanarak birşeyler yazmaya çabalıyorum..tek fena şey sürekli gidip gelen akım;ne zaman alışsam hah tamam şimdi daha parlak bir ekrana bakmaya alışıyorum desem,pıt,hemen bir uyarı mesajı alıkoyuyor beni bu rahatlıktan;ama yine de guzel birşey;ozellikle de jazziza ve jeanie bryson dinlerken şu oturduğum yerde oturup birşeyler yazmak oldukça hoş birşeymiş....ne kadar küfretsem de hayata arada yine de guzel birşey yaşamak yahu;hava da guzel zaten ki yaklaşık 4 saat sonra da vapura binmiş uzun zamandır (yaklıaşık 1 hafta) rahat rahat tüttüremediğim sigaramı tüttüreceğim müzik eşliğinde...bugun gazetede okudum,sigara içen insanlar sigarayı bıraktıklarında aslında bir daha nikotin alamamaktan değil,bir daha hiç sigara içeme hissini tadamayacaklarından bırakmak istemezlermiş; benimki de aynı hesap sanırsam çunku elim ayağım titremedi hiç ama yemeklerden sonra veya çayın yanında ah be ,olsa da içsem dediğim zamanlar çok oldu... sigarayla aramda var olan sinerjiyi kimse elimden alamaz;hayattan çalınmış,her dal için bilmemkaç haftanı feda ettiğin ama bence yanına da biraz olsun kar kalan zaman dilimleri.....dumanla beraber havaya karışmak belki de....pink martini nin şu şarkısını artık oğrenmeliyim;tamma sadece başındaki je kısmını soyleyebiliyorum ama inat ettim,pınar ve sonay yarım edin bana da oğreneyim şunu yaa!!!! neyse sigara diyordum;şimdi mesela olsa yanımda bi tane fena olmazdı;sanırsam bi nevi konsepti tamamlayıcı rol ustlenirdi zaten kendisi....düşünsene;mesela haftanın üç gunu dersten çıkıp arkadaşlarla yediğimiz yemek sonrasında alınan çayın yanında içilen o sigaralar,muhabbetle beraber uğrunda olunesi olmuyorlar mı? millerin yanında içilen djarum a hiç girmek istemiyorum zaten...bu arada solemeden de geçemeyeceğim;hani şu komunist trenleri de artık oyle bizim bildiğimiz komunist trenlerinden değil;en azından başkent...hani mfo nun trende geçen bir klibi vardı çok eskiden;bilenler de bilir zaten; keşke oyle bir trende yolculuk yapabilsem,yanımda da birkaç kişi....peki ben neden hep trenle yolculuk yapıyorum? bunun birkaç açıklaması var aslında;bence treni bu kadar sevmemin nedeni beraberinde getirdiği o ozgurluk hissi...sanki atlas dergisinin içindeyim de,birileri beni taşıyo işte oradan buraya; yanımdan goller,nehirler geçiyor...keşke fotoğraf makinemde siyah beyaz film olsaydı;çekerdim şimdi trenin camından.....obur nedeni de bence istanbulda bile eskişehirde olduğumu hissettirmesi...tamam;belki maltepeden geçiyor olabilirim ama tren raylarıyla buyumuş olan bunye bir şekilde eskişehirden de birşeyler buluyor çevresinde... eskişehirde farkettiğim bir şey de şu: ciddi anlamda saygı duyduğum anadolu universitesinin opulesi oğrencilerine benziyorum ben de,saçma belki ama doğru;ne bileyim,en azından insanların ilk bakışta gordüğü ben; onların arasından çıkmış gibiyim;hep küçüklük travması aslında bunlar;sabahları otobus beklerken ilkokula gitmek için gordüğüm gençler beni boyle yaptı aslında;hatırlıyor musun,bi gun onlara bakarken anneni kaybetmiştin de az kalsın kayboluyordun...bir de şu var tabi;karşı cinste aradıklarım(ız) da hep burdan birşeyler taşıyor sanki....erguvanlar arasında bir tane bile bakılacak adam bulamayan;bulduğuma da saçma bir şekilde kapılan ben,eskişehirde nereye bakacağımı bilemedim çunku hepsi çok benim gibilerdi;sefil benzerini arar tabi.... sanırsam ilk defa çok da depresif olmayan birşeyler yazdım,hep guneş sayesinde;kış aylarında dukkanı kapatıp brezilya ya yerleşmeye karar verdim...saygılar....
p.s: herşey bir yana zaten guzel olan tren yolculuğu, yeni vagonlarla beraber tadından yenilmez olmuş....

Thursday, April 26, 2007

havaların bu kadar değişken bir seyir izlemesi,bunyede de haliyle farkediliyor...stabilitesini yakalayamamış olan zat-ı alimiz, bugun yine fazlasıyla sol tarafından kalkarak midesine ve psikolojisine ters koşeden çalıştı yine..en sevdiğim iç organım olan midem başkaldırı bayrağını çekerek beni talcid e mahkum etti;hatta o da yetmedi lansparol adama donuşturdu beni...zaten yediklerimin tadını uzun zamandır farketme konusunda guçluk yaşıyorum,artık yemekler de bana sırt çevirdi(nasıl olduysa artık o)

dial my number any time,if you want somebody to lie....

haftanın şarkısını ticktock seçtim ben bu arada,portecho ya sevgiler..

donmeye devam etmeye niye ve nasıl bu kadar istekli olduğunu anlayamadığım bu bok çukurunda bi gunu daha tuketmiş bulunuyorum;sigara ve içen ilişkisi yaşıyorum sanırsam şu canına yandığım hayatında...o beni tuketiyo,ben de havaya karışıyorum kendi çapımda....substance d ye de gerek yok aslında beynini tuketmek için;asla analaşılamayan bir insanı anlamaya çalışmak yeter...insan insanın kurdudur derler ya;benim için başka birine gerek yok,kendim ziyadesiyle yetiyorum kendimi tuketmeye...

zaman ilerlerken bir de portishead e bi saygı gosterisinde bulunalım;give me a reason to love you....

sanırsam bu gecelik saçmalama bu kadar.....artık sabah olmuyor galiba;herşey sisin içinde takılmakta......saygılar.....kalan bir kaç parçamla tutunmaya çalışıyorum sanırsam hala ama bu konuyu da pek becerebildiğim soylenemez....

kendime not:kararmış bunyeye sour times hiç iyi gelmemekte;bir de evril biraz....

Wednesday, April 25, 2007

neden bu kadar çok uyuduğumun nedenini buldum sanırım:kaçış noktası... bugun guzel başlayan 24 saatim,calculus arşivini çozebildiğimi gordüğümde daha bir ballanmıştı ama şimdi her şey çok boş sanki yaa...birden tüm enerjim alındı sanki;ben de 0'a yakın bir noktada duruyorum....karar veremediğim tek şey 0'ın altında mıyım;yoksa ustunde mi...bir ona karar verebilsem keşke...

bir de karar verdim insanları artık anlamaya çalışmayacağım;kendimi de irdelersem herkesten ayrı;ruhumun kokuşmuşluğu ortaya çıkacak;korkuyorum...

umarım yarın hiç olmaz;bugün hanesine de birden sıfırın yazıldığı gibi;bugunun harcandığı gibi olması yerine hiç olmasın daha iyi....arılar da yok olmuş zaten;az kaldı sanki...ben iyisi mi zehirlemeye devam edeyim kendimi....

Wednesday, April 18, 2007


yine sabah oldu;bu sefer gerçekten sabah oldu hem de;saat 5'i biraz geçiyor...uzun zamandır birşey yazmak isteğinde bulunduğu halde kelimeleri kullanamayan ben, bugun birşeyler yazayım dedim artık...oncelik tabii ki de sayın jay jay'de..kendisi hafta sonu istanbul'da her zamanki tatlı konserlerinden birini verdi...aslında çok daha guzel olabilirdi ama hem ortamın kalabalıklığı(ah balans ah,yaktın bizi) hem de izleyicilerin lakayıtlığı yuzunden ortalamanın biraz ustunde kaldı ne yazık ki...sonra bir de hayatımın iki haftasını hakimiyeti altına almış film festivali vardı tabi...gerçekten olmak istediğim yer orası mı bilmiyorum ama benim psikolojim üstüne oldukça olumlu etkiler yapan bir aktivite oldu kendisi...sinema salonlar,biletler,yer göstericiler ve o sihirli dev perde,2 hafta da olsa bir nebze başka bir insan olmamı sağladı...onun dışında pek de birşey değişmedi;ama artık alışmaya başladım sanırsam,ya da fakir avuntusu işte...merak etme,birazdan herşey biticek,sakin ol...ne ardarda gösterilen fotoğraf kareleri kalacak geriye,ne de o istekle ama biraz da üzüntüyle dinlediğin şarkılar...sonrası tamamen sessiz,ve boş...ama sonra yine şekillenmeye başlayacak herşey;bu insan dediğimiz garip bir türün ortak özelliği galiba;en sevdiğimiz yıkıp baştan yapmak sanki...her seferinde de daha tukenmiş olarak başlamak...ama yine de bazı şeyler hiç değişmiyor....



Monday, April 9, 2007

neye inanmak gerek acaba? nasıl davranmak gerek aklınla mantığın farklıyken,hele de zıtken birbirlerine? carpediem mi yapmalı bilemedim şahsen.... fazla kafeinden dolayı açık olan gözlerimi kapatıp rüzgarı mı takip etmeli? ama başka bi çöküşe katlanabileceimi zannetmiyorum bu konuda.... korkuyorum sanırım bir de azıcık; ama korkmak neye yarar ki?? hele yaşamak varken korkmayı tercih etmek nasıl bir seçimdir; onu hiç bilemiyorum işte...
en iyisi hafif akışa uyup her an da gidebileceiğini hissettirmek kendine..de bir de inandırabilsem kendimi....

Sunday, April 1, 2007

beyin serpintileri

ha bu arada,bir de kitap okuyorum utanmadan psikoloji kitabının önünde...adı niteliksiz adam,robert musil eseri kendisi;yky yayınlarından çıkmış,ahmet cemal çevirmiş..... kitabın bir de önsözü var ernst fischer imzalı ki kendisi benim okuduğum basımda 79 sayfa tutmakta ve üstünde oturulup düşünüldüğü belli birtakım beyin ürünleri içermekte....hemen dikkatimizi bu hoş kelimeler topluluğuna çevirmekteyiz ve bakın;bir kaç tanesi burda bile(bu cumle sizce de trt de resim yapan bonus amcanın işte burada bir tane küçük çalı yaşamakta,hadi buna arkadaş birkaç çalı daha yapalım cümlesi gibi olmadı mı?)

"kapitalist burjuva dünyasında,erkeklerin iktidar olduğu iş ilişkileriyle,sömürüyle ve rekabetle dolu dünyasında herşeyi pazara götüren bu dunyada aşktan salt mantığa kadar bütün ilişkiler arz ve talebin,teminatların ve faizlerin dilinde anlatılabilir."

şimdi,oldukça mantıklı yerler değinmiş olmasına karşın ben bir keç yere takıldım;kapitalizmden önce insanların "aşk ilişkilerinin" böyle olmadığına nasıl karar verebiliriz ki;tamam,tüketim toplumu aşkı da tüketmekte artık,ya da aşk kisvesi altında üretilen bir common sense i pazarlayıp onun üstünden çok da rahat para kazanmakta(bknz. sevililer günü), lakin buna illa da amanınn vahşi kapitaliz herşeyin suçlusudur,hemen şeyedelim mantığıyla yaklaşmak ne derece doğrudur? buna karşın ernst fischer iyi bir bakış açısı yakalamış ve doğru kelimeler kullanmış o ayrı...

takıldığım öbür nokta da şu: ilk önce bir erkek egemenliği yerleşmiş olabilir iş yaşantımıza lakin dikkatinizi çekerim,kadınların getirdiği rekabet ve "sömürü",erkeklerin getirdiklerinden çok daha soğuk ve hırçındır;bilirsiniz ki şu kadın milleti(evet biz) kafasına koyduğunu gerçekleştirmek için hiç birşeyden kaçınmaz,gocunmaz;kısaca tehlikelidir..o yuzden hani şu çoook romantik gözüken hatunlar,aslında aşkın bir tüketim aracına dönüşmesinde başrol oynamış olabilirler...etrafa bakın,reklamlara,kadınlar sevgilisinin kendisini "şu kadarcık" sevmeleri için zorlamaktalar, her an ilgi görmek amacıyla da binbir olay yaratmaktalar(nedense bu daha tanıdık geldi..). şimdi soruyorum (konu nereden nereye geldi gerçi ama) erkekler mi daha kapitalisttir(yukarıdaki alıntıdan hareketle),yoksa kadınlar mı?

aşkın teminatı nedir peki? seni seviyorum demek ne kadar guvenilir bir teminattır, ya da verilen/alınan hediyeler aşkınıza faiz getirir mi,veyahut aşkınızın opportunity cost unu nasıl hesaplayabilirsiniz?? ha,aşk kesinlikle bir arz talep meselesidir o ayrı; gerçi bunu insanlar ahh işte abdullah hayatımın aşkı ya da işte şefika da aradığım herşey var diyerek daha "romantik" bir şekle sokmaktalar ama gerçekleşen tek şey,taleplerine arz sağlayan birini bulmaları;bu yüzden de sonsuz aşkın varlığı sadece filmlerde ve kitaplarda; çünkü insanın talepleri sürekli değişmekte,daha uygun bir seçenek bulmuşken neden eskisine katlanasın ki??

çuvaldız da bana olsun o zaman; mantığımla konuşunca yukarıdaki cümleleri döken ruhum,bir tarafatan hala şu aşk mıdır nedir o garip şeye takmış durumda;tam olarak aşk olmasa da arz talep eğrisi olarak görmeyi reddediyor bazı şeyleri;insan olduğumdan mıdır nedir artık...

uzun zamandır kafamı meşgul eden acaba büyüyünce ne olacağım sorusuna karşılık asıl yapması gereken psikoloji çalışmak olan ben,kimilerine göre gerkesiz ya da zaman öldürmek aracı,kimilerine göre de önünde saygıyla eğilenecek bir aktivite olan film izleme durumuna kitledim kendimi yeniden...anımızın başka bir anımıza uygun düşmediği, sabahlara kadar önümüzde kitaplarımız bir şeyleri öğrenmek/ ezberlemek amacıyla oturduğumuz şu günlerimizde oldukça yararlı bir aktivite kanımca kendisi ki hayattan belki de bir kaç saat kurtulmak amacıyla seçilmiş iyi bir seçenek....ben de bu duruma uygun düşmesi niteliğinde saygıdeğer yönetmen bertoluccinin çalınmış güzellik ismini taşıyan filmine ayırdım hayatımın bir kısmını...zaten jeremy irons'a dayanamayan bünyem,liv tylerin muhteşem güzelliği ve tabii ki de bertoluccinin muhteşem çalışmasıyla(öhöm,önemli bi insanım ben,eleştirimi de yaparım gerektiğinde konuşması yapmak ne kadar doğru o ayrı gerçi) nirvanaya ulaştı(hmm,yediğim kurabiye güzelinin etkisi burada yadsınamaz sanırsam..)bilmiyorum,ben mi çok abartıyorum acaba ama gerçekten güzel birşey değil midir film izlemek? filmi oyuncularla beraber yaşamak(yerine göre onlardan daha çok filme katılmak),kimi sahnelerde heyecenlanmak(anlamak istemeyenler oda arkadaşım bilgisayar meendisi arkadaşıma sorabilir),film bittiğinde monitore bir kaç dakika yuzunde aptal bir tebessümle bakakalmak çok mu saçma,ya da çok mu gereksiz? neyse;almanız gereken kıssadan hisse şudur ki bu filmi bulun,izleyin,izletin...filmin sonunda da buluşup italyaya gitme planları kuralım beraber...

Wednesday, March 28, 2007

yine gece oldu....artık sabahla gecenin birleştiği zamanlarda yaşamaya başladım zaten..masa lambamız murtazayı seviyorum o yüzden çok,kendisi hiç birşey demeden bize gece boyunca eşlik etmekte....uyku garip birşey;sizce de öyle değil mi;çok gereksiz birşey aslında ama olmazsa da olmazlardan,çikolata gibi birşey zaten,kurtulmak çooook uzak bir kavram kendisine...


her gün o kadar çok şey yaşıyoruz ki,o kadar çok şey düşünüyoruz...aslında baya komplike varlıklarız,her gün herşeye baştan başlıyoruz,bazılarıyla müşterek hayatımıza devam ederken,bazılarıyla da yeni başlıyoruz bir kısmına da elveda derken;aslında sen hiç yoktun;benim hiç varolmadığım gibi......sonra da başka belki de çok farklı olan ama sadece öyle betimlediğimiz için öyle olduğunu düşündüğümüz insanlarla tanışıyoruz;ne garip aslında şöyle bir kafa yorunca üstünde,herşey çok ilginç,mutlu olduğumuz şeyler,yaptıklarımız...neye dayanarak seviyoruz birini,birşeyi;ya da neyimize güvenerek nefret ediyoruz başkasından....oysa hepimiz organik bileşikleriz sadece,bilinçli ya da bilinçsiz yaşamaya çalışıyoruz...bu aralar bilinçsiz olmak tercihim.......

Monday, March 26, 2007

çingene yüreğim.....

gün batarken bulutlar bir anda renklenir bir sızı yükselir içimde ve yalnızlık gelir... dost gibi dost yoktur yanımda aşk gibi aşk çok uzaklarda tek tesellim çingene yüreğim.... çingene yüreğim; yana yana oynayan alev gibi yanarken, çingene yüreğim yanar oynar... çingene yüreğim, bir o yana bir bu yana delice koşarken, çingene yüreğim çalar oynar... ay doğarken ısıklar her yana serpilir sokaklar bosalir aniden ve yalnizlik gelir dost gibi dost yoktur yanımda aşk gibi aşk çok uzaklarda tek tesellim cingene yüregim..........

nezih ünenin leziz parçasıdır kendisi;ağır romandan once/sonra birer doz alınmalıdır mumkunse,şarap eşliğinde....

p.s.: yanına bir de resimdeki gözyaşlarıyla ben ölmeden önce çakmak lazım.....

Sunday, March 25, 2007


"drink up, baby, stay up all night the things you could do, you won't but you might the potential you'll be that you'll never see the promises you'll only make drink up with me now and forget all about the pressure of days do what i say and i'll make you okay and drive them away the images stuck in your head people you've been before that you don't want around anymore that push and shove and won't bend to your will i'll keep them still drink up, baby, look at the stars, i'll kiss you again between the bars where i'm seeing you there with your hands in the air waiting to finally be caught drink up one more time and i'll make you mine keep you apart deep in my heart separate from the rest where i like you the best and keep the things you forgot the people you've been before that you don't want around anymore that push and shove and won't bend to your will i'll keep them still........"


madeleine peyroux ablamızın ölduren şarkısını uykunun yerine gelen gözyaşları arasında dinlerken,haala düşünüyoruz biz burda.....çok yoruldum ben.....


sayın n.b.c. ruhlu insan,nefret mi etsem,yoksa hala sevsem mi bilemedim ama inan karışık "modern bi kadın"ım....

offf,yeter ya artık üç kız oturmuşuz masa lambamız murtaza eşliğinde,elimizde votkalarımız ve djarumlarımız elimizden kayanlara ağlıyoruz..hepimizin nedeni farklı ama hepimiz çökmüş oturuyoruz.......my sweet prince i bu durumlarda şiddetle önermekteyim;direk kalbe saplanan bi şarkı ama belki ağlarken kurtulur ruhumuz;kurtuluruz belki biraz....

Thursday, March 22, 2007


bu aralar kendimi filme adamış biri olarak uzun süre once aklıma düşürülmüş bir film olan paris je t'aime i izledim bu akşam... pariste geçen 20 aşk hikayesi,ama hiçbiri bunaltmıyor insanı,yapışkan aşklardan değiller;daha ziyade insanın içini ısıtan,o gülümsemeyle baktıklarımızdan....izlerken biraz da sayın eşeksıpasının dediği gibi kaçırdığım elmaları düşündüm,ulaşmak istediklerimi ama benim olmayanları bir de ....


diyeceğim şudur ki ne yapın ne edin bu filmi izleyin aşka inanmasanız ya da fransız düşmanı olsanız da...çünkü bana birşeyi hatırlattı kendisi: bi yerlerde insanlar hala aşık..ve bu büyülü birşey;bu yuzden de karşı koyup bağıramıyorum sanırsam....


ben en iyisi mithat alamdan pasollini falan alayım da kendime geleyim.....

Tuesday, March 20, 2007

sanırım ben gerçekten yoruldum;yakıştıramadığım kaçışım da çok yakın sanki...

Sunday, March 18, 2007


şoyle bir nostalji yapayım dedim, tatlım sultanın sayfasını okudum.son bi kaç ay içinde neler yaşamışız,nelere ağlamışız nelere gülmüşüz,herşey o kadar canlı;ama bi o kadar da uzak...hayat cidden içi zift dolu bi kuyu ve biz de o kuyuda çırpınıp üste çıkmaya çalışan küçük yaatıklara benziyoruz;ne kadar üste çıkmaya çabalarsak üstümüz o kadar zifte bulanıyo,ruhumuz yavaş yavaş o eski masumiyetini kaybederken,biz de o kaybettiğimiz saflığı başka şeylerde,başka insanlarda arıyoruz...tatlım sultan kabul et artık ikimiz de çok yorgunuz; o yüzden sen aşk yok diye ortalarda dolanırken,ben de hiç bi zaman adını koyamadığım,başlamak ve zırhlarımı indirmek için hep bi adım geride kaldığım diğer garip(çoğunlukla rahatsız) insanlara ağlıyorum,onları düşünüyorum....öyle ki bi yerden sonra ne senin salak kızlığın kalıyo,ne de benim haftalarda kılçıksız gezip kendimi sigara paketlerinin dibine vurmam....biz niye böyleyiz tatlım, hep en sevdiklerimiz bize en büyük acılarımızı veriyor...seninle az mı oturduk geceler boyunca elimizde djarumlarımız,kafamızı az mı patlattık nasıl olcak,bi daha sen nasıl goreceksin,ben ne diyeceğim;az mı plan yaptık senle,az mı taste in men ile özgürlüğümüzü bulurken(belki de hiç bulamadık,hep içimizdeki bişeylere bağlı kaldık) aklımızın iplerini saldık,sonunda ne olursa olsun diye...peki ya sen odamızın güzide ablası,seninle de ,az mı dertleştik,az mı ağladık,az mı üzüldük bu lisenin tüm mezunları rahatsız diye,az mı dertleştik gecenin karanlığında.....peki bu kadar beyin bulantısı neden? hayatımızda kim var ki o kadar paha biçeceğimiz,kim var ki kendimizi buncasına paralayabileceğimiz,kim olacak?? ne kadar aşk yok desek de,ne kadar sex and the city hatunu olucaz biz diye nidalar atsak da kabul edelim artık, hepimiz korkan küçücük kızlarız..ve herkesin tahmin edebileceğinden çok daha fazla yara alıyoruz şu hayatta...


tatlım sultan,sen de yüzeysel bi insan değilsin,sadece kendimizi açıklama biçimlerimiz farklı.... ne bilgisayar projesi ne de şu külçe romanlar;kimse bizi bizim kadar anlatamaz,bırak da durulalım biraz; şu yaşadığımız bok çukurunda herke bi şekilde "o" sunu ararken bizim birbirimize ihtiyacımız var;ne müzik klubu insanları,ne de trt2 gibi adamlar......


carpediem bize gereken,çünkü bazı şeyler üstüne düşünmek için değil,sadece yaşamak içinler......boşver herşeyi,gel biz djarumlarımızı içerken gecenin unutulan bi zamanında, birbirimizi konuşalım artık, başkalarını değil;çünkü hatırlatılan ya da hatırlanan her şey,biraz daha boka batırıyo bizi.....


öptüm sizi saygıdeğer oda sakinleri....

Saturday, March 17, 2007

PHIL.375 dersi alan bir insan olarak Sarte okumak gerekliliğindeyim...Varoluşçuluk ve "being and nothingness" karmaşası arasında bulanmış olan beynime bi nebze olsun rahatlık sağlayan saygıdeğer yurt ablamıza binlerce teşekkürler.... işin komik olan tarafı da şu: biri poltika biri de ekonomi öğrencisi iki tane kafayı sıyırmış insanın bir adet bilgisayar mühendisi öğrencisi olan adananın bağrından kopup gelen sevilesi insana oturup varoluşçuluk anlatması,kadere inanmamayı ve insanın kendi seçimleriyle varolduğunu,hayatının aslında seçimlerinin bir sonucu olduğunu açıklamaya çalışması....muhabbete katılmak isteyenler gelsin, herkese saygılar =)
bu cidden yeni bir gün olacak benim için, hafiflemiş olarak devam edicem hayatıma, gerçi bir de şöyle bişi var:in evolutionary terms mr. troy, all males are bastard.....;) kafamı sakın bozmayın,zaten rahatsız bir insanım,olacaklardan sorumlu olmam; şimdi de olmayacağım gibi...sezoşumla düşüncemize devam!!!!
artık benim de kısmen mor olan saçlarım var:) şimdi bunu bir derece freud amcaya ithaf ederek açıklayabilirim lakin ne buna enerjim, ne de herşeyi tekrar hatırlayacak kadar cesaretim var...ama biliyorum ki aynaya her baktığımda,pek çok şeyi tekrar hatırlayacağım..kim ne derse desin, çağrışımı ne olursa olsun mor güzel bir renk,saçlarım da çok güzel oldu=)

Thursday, March 15, 2007

hayatta herkes başka şeyler peşinde; mesela oda arkadaşım olan adananın bağrından kopup gelen değerli şahsiyet, yapamadığı c++ projesinin ; sokaktaki amca işinden çıkmış evine gitmek ve ay sonunu denkleştirmek derdinde mesela; ben de gitmek istediğim halde gidemediğim yerlerin,yapmak istediğim ama yapamadığım şeylerin arkasından bakıp ama arkalarından koşmak yerine -niyeyse- tepedeki ışığı kapatıp masa lambası eşliğinde geceyle sabahın buluştuğu saatlerde oturup hayat özetlerini öldürmek derdindeyim.. rahatsız bi insan olduğumu farkettim, kafasına herşeyi takan ve daha sonra onların neden olduğu kocaman soru işaretlerinin ve birbirine dolanmış düşüncelerin ortasında oturmaktayım; artık ne djarum ne de miller kurtarır beni çünkü bi kere bulaşmışım bu nefes aldığım, nefret ettiğim kadar da sevdiğim, herşeyi bırakıp gitmekle bunun daha sonra cesasretsizlik olduğunu düşünüp kendime yakıştıramadığım terkedişimi öldürüp canla başla çalıştığım ama neden çalıştığımı bilmediğim bi yerde duruyorum.bu otobüs beklemek gibi bişi güzel bi havada;eğer bir de gittiğin yerde birşey yoksa yapacak; beklemekten ve orada durmaktan sıkılırsın ama bi yandan da havayı mümkün olduğunca içine çekmek istersin, biraz daha geç kalsın otobüs...ama durağanlığa tahammülüm yok;sadece oturup beklemek bana göre değil...

insanların bakış açıları çok farklı bi kere;cumartesi günü bunu iyice anladım... aslında herşey baktığın yere göre değişiyor,nerdeysen ve ne görmek istiyorsan onu görüyorsun, içinde bi yerlerde ne yaşamak istiyosan onu yaşıyosun(freud amcaya saygılar..) o yüzden kadere inamıyorum ben çünkü insan kendi hayatını şekillendirir, ne yaşamak isterse onu yaşar bi anlamda...hepimiz düşünmedik mi,hayalini kurmadık mı bazen( hastalıklı hayaller) kötünün,çirkinin? herşey beyinde bitiyor bence, herşey insanın kafasında bir kurmaca;sigara gibi içine çektiğin nefesle biten hayatının tüm dizginleri senin elinde...ama işte bazen öyle bi an geliyo ki bazıları,bu belki de en yakınlarımız ya da içimizdeki "öteki" bu dizginleri senle paylaşmaya çalışıyor,senin yerine yaşamaya.... ne yazıktır ki ben bunu hiç sevmem; lakin bende de o kadar fazla öteki var ki, hangisinin gerçek ben olduğunu karıştırıyorum çok çok....keşke bi gün kalktığımda sana şaka yaptık deseler;aslında bi tanesin ama sana sanki çokmuşsun gibi gösterdik...

geçtiğimiz 95 dakika içerisinde sonunda nasıl hissediceğimi bile bile Les Quatre Cents Coups izledim ki bu harika Truffaut filmini türkçeye 400 darbe diye çevirmişler... Benim ne haddime ama gerçekten hoş bir filmdi; nasıl anlatsam bilmiyorum ama sadece çok gerçekti,çok yalındı;Antoine sokakta görüp de belki kaçtığımız,belki de derin bi huzursuzluk içinde izlediğimiz;üzüldüğümüz ama onun için hiçbirşey yapmadığımız çocuklardan biri gibiydi..ya da aslında hepimizin içinde olan özgürlük ve güvensizlik duygularını zamana göre biraz fazla yaşayarak kaçanlardan biriydi belki de,veya kendinden,aslında kendini bulmaya çalışırken... dediğim gibi,benim birşeyler söylemeye çalışmam bile çok saçma aslında,bir fikir yürütmek istemem lakin film,sonuyla insanın ağzında acı bir tat bırakıyor tatlı bir gülümsemeyle beraber....sadece birşeyler söylemek istedim, doğru yanlış bilmiorum;sadece parmaklarımdan dökülenler bunlar...


şimdi nasılım bilmiyorum,ne kadar atmaya ya da gömmeye çalışsam da arada trt2 izlemeyi, magnumdan sonra çekirdek çıtlamayı ve beceremediğim turk kahvelerini içmeyi özlüyorum;en çok da beraber gülmeyi...böyle işte; ben de eternal sunshine yaptırsam keşke,ya da her şeyi geri sardırıp hiç başlamasam belki daha kolay olurdu herşey; ama o zaman da böyle güzel bir filmden haberim olmazdı,miller içip menthollü tüttüremezdim..sezoşuma ithafen;kendi başımıza geldik ve yine öyle gideceğiz,yanımıza kar kalanlar mutlu anlarımız,sonradan düşününce bizi gülümsetebilecek saniyeler,buruk da olsa...

Tuesday, March 13, 2007




bugün hayatımın en ilginç fal maceralarından birini yaşadım; beni hiç tanımayan bir arkadaşım 45 dakika boyunca beni bana anlattı,harfi harfine... aslında fal oldukça anlamsız birşey, ama insan başka bir seçeneği kalmadığında ya da sadece eğlenmek ve bir kaç dakikasını hoş geçirebilmek için,belki de sadece muhabbet edebilmek için bir fincan türk kahvesi içip/tercihen şekerli ,bacak bacak üstüne atarak yaa,bak cidden öyle;wallahi bildin gibisinden nidalar savuşturabiliyor havaya... aslında türk kahvesinin en guzel olanı da iki kişi içileni,sigara eşliğinde; hatta biraz daha abartayım, dışarısı soğukken arkadaşınla/sevgilinle beraber sıcacık bi kafenin cam kenarında oturup mekanda bulunan loş ışık sayesinde karşındakine bakarken, aslında sadece yüzüne değil, içinin derinliklerine de bakabilmek...
bugun benim için farklı olan şey, benim olağan soru işaretlerimi ve bakış açımı da bilmesi; yüzüne ayna tutulması gibi birşey bu... ama anlamadığım şey de şu;dileğim neden hala aynı???

Monday, March 12, 2007

bu kadar;bu gece son gecem herşeye üzülmek için,ya da düşünmek... bi yerden sonra sallamamak lazım galiba, tek başımıza geldik,arada rüzgarlar olsa da hep yönleri değişir,biter..bazılarınla yelkenini iyi doldurursun,yüzüne esişi içini huzurla doldurur;bazılarından da kurtulmak için saniye sayarsın;ama daha yüzüne esecek çok rüzgar var,kurtulmak isteyeceğin binlercesi dolu... zaten bitmiş bir rüzgarı da kovalamaya gerek yok, ne kadar kovalarsan, ne kadar beklersen olmayan bir rüzgarı; o kadar çok şey kaçırırsın, ruhun o kadar çabuk tükenir... hoş bi rüzgardı ama o kadar artık...bu gece düşüneceğin, hatırlayacağın son hatıralar/ ki zaten biliosun onlara tutunmak gereksiz... yarın yeni bi gün.........ve avlanma zamanı ;)

Sunday, March 11, 2007


hiç bir bahaneye sığınmak istemiyorum bu hüzünlü tepkiyi verebilmek için;bana biraz olsun açıklaman lazım.. sana nasıl elveda denebilir, benim taş kalbim ateşlerde yanacak birazdan ama senin kalbin ateşe dayanıklı ve ben çok karışığım; bu karışıklığımı sana elveda diyerek çözmek istemiyorum. biliyorum ki bir eski sevgilinin ya hiç şansı yoktur ya da çok çok azdır ama benim, benim bir açıklamaya ihtiyacım var... hiç bir şekilde karşına geçip gözyaşlarına boğulmak istemiyorum ama belki de kağıt mendillerin ardında sana nasıl elveda diyebileceğimi bilebilirdim... beyaz gecelerimizi gri mavi sabahlarımızı sen geçmişe göndün benimse bir açıklamaya ihtiyacım var.


jane birkin ablaya selam....

Saturday, March 10, 2007

R.I.P.


kitabını düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adayan muhteşem insan,eksikliğinde burtonun hayatını muhetemelen muhasebe müdürü olarak devam edeceği,the crow gibi hoş bir filmin çekilemeyeceği,ruyasında poe görmek isteyen küçük kızların var olmadığı bi dünyada yaşardık;iyi ki kafayı çekip de o çok korktuğun diri diri gömulmeyle ilgili pek çok hikaye yazmışsın;söz en kısa zamanda odamda örümcek beslemeye başlayıp perdeleri kadife olanlarıyla değiştireceğim...


eğer sevdiğim filmler sorulsa sayfalar dolusu isim sayabilirim ama bu aralar en çok blue ya takmış durumdayım;bildiğiniz üzere kendisi saygıdeğer lodz sinema okulundan mezun/keşke ben de orada hademe olabilsem,ona bile razıyım/ krzysztof kieslowski amcamızın deli üçlemesinin ilk filmidir...başroldeki takdire şayan binoche ablamızın canlandırdığı bir trafik kazasında eşini ve çocuğunu kaybetmiş ve hiçbir şey olmamış gibi hayatına başka bir insan olarak devam eden hatunun ruhsal durumunu ayrıca kendime yakın bulmaktayım bu aralar;tek fark bende mavi avize ve yarım kalmış bestelerden pek çok olması...''ignorance is bliss'' demişti bir zamanlar bazı saygıdeğer insanlar ama hayat bir filmden/kieslowski filminden bile/ daha komplike;insanın karşısına ne sorunlu bi komşu,ne de rahatsız bir besteci çıkıyor,etraf ''mavi avizelerle'' dolu

sour times


günlerden hoyrat bi cumartesi,dışarısı en az içerisi kadar soğuk...canım nası sıkılıyo anlatamam,ne dün oynadığım,gerçi oynamayı pek beceremesem de tadı damağımda kalan frp,ne de aylar sonra kitabına ulaşabildiğim poe amca kurtarabilir beni(poe'dan medet ummak,diri diri gömüleyim daha iyi)...filmlerde zamanın geçtiğini anlatmak için takvim yaprakları hızla düşer ya yere;benimki de o hesap işte,tek fark takvim yapraklarına ruh kalıntıları da karışmış...sadi guranı seviyorum,siz de ısrarla isteyiniz,bir kaç çizgi insanı ancak bu kadar anlatabilir;belki mutluluğun resmi hala çizilemedi ama ''sour times''inki hazır....
bi de acaba djarum menthol bulan var mı yakınlarda;arıyorum ama hiçbir yerde yok;gerçi onu da içebileceğim muğlak,çünkü kendisi artık sadece boğazımı değil,aynı zamanda da ruhumu yakacak...
p.s. sadi guran da kimmiş diyenler için:http://www.myspace.com/sadiguran

Wednesday, February 28, 2007

ne fena bi gun,aslında belliydi havadan boyle olacağı da neyse...şaka gibi bişey cidden bu,sanki biri benimle dalga geçiyor gibi...lutfen biraz ışık,çunku onumu gormeye ihtiyacım var:(

Tuesday, February 27, 2007

başlık olmak zorunda mı?

herşey bu kadar zor olmak zorunda mı bilmiyorum ama yok artık mutlu olmayacağım bir daha çünkü ne zaman ehehe diye gezsem sonunda bir bokluk çıkıyor kesin...beynimi kusmak istiyorum,bitsin artık yaa,sinir stres sahibi oldum ya da farketmeden herşeyi kafasına takan birine dönüşmüşüm;yok artık bitti herşey güzel giderken diyorsun bir bakıyorsun herşey aslında pek çok iğrenç sürpriz barındırıyormuş bünyesinde..artık daha fazla sürpriz istemiyorum;çok yoruldum,herşeyi doğru yapmaya çalışmaktan,herkesi memnun etmeye çalışmaktan,mantıklı olmaya çalışmaktan,savaşmaktan,yarışmaktan,herkesin içinde yalnız kalmaktan,herşeyin sonunu daha kötüye gidecek diye beklemekten,olumlu davranmaya çalışmaktan,sorumluluktan,senden,ondan,en çok da kendimden sıkıldım..birini sevmeye çalışmaktan,arkadaşlarımı incitmemeye çalışmaktan,ailemi üzmemeye çalışmaktan,kendimi herşeyden sorumlu tutmaktan bıktım...beklemekten,düşünmekten,konuşmaktan,bakmaktan,aramaktan herşeyden çoooookkk sıkıldım;ama en çok da kendimden...yoruldum ben artık,çok fazla yoruldum hem de....

Monday, February 26, 2007

uzun bi aradan sonra tekrar blog 'yaratmak' ve yazmak değişik bir duyguymuş..hayata yeniden başlamak gibi,başka bir insan olmak gibi...